ASÜ Eğitim Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Süleyman Yılmaz, Aksaray’dan 66 yaşında, kendi ifadesiyle öğretmenliğe âşık henüz emekli sınıf öğretmenimiz Handan Bülbül (HB) ve eşi Cafer Bülbül (CB) ile eğitim ve eğitim hayatı üzerine röpörtaj yaptı. İşte o güzel röpörtaj:
SY: Handan öğretmenim öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
HB: Ben Handan Bülbül, Kars, Susuz, Kiziroğlu Köyünde 1958 yılında dünyaya geldim. Yedi kardeşiz, beş kız, iki erkek kardeşiz, ben üçüncü sıradayım.
SY: Okula başlamanız, okuma şartlarınız nasıldı?
HB: Ailede hepimiz okumaya düşkündük. Hepimiz okuduk. Babam nur içinde yatsın öngörülü, fedakâr, kız çocuklarının okumasına ilgili bir insandı. Bir sözü vardı; “Erkek ekmeğini taştan çıkarır, ama kızları okutmalıyım.” Ağabeyim ilkokulda okula başladı. Okuldan geliyor. Babam çantasını açıyor, bakıyor, diyor ki; “Bu çocuk burada okumayacak.” O zaman okula gitmiyordum. Kars merkezde bizlere ev tutuldu. Biz beşkardeş Kars’a geldik ve okumaya başladık. Anlatması kolay değil, ailemin katkısı çok. Amcalarımın hepsi okumuş, kimisi eczacı, kimisi bankacı, kimisi milletvekili, kimisi hâkim, kimisi öğretmen. Biz onları gördük. Bizde okuyan insana değer verilir, bütün yollar açılır.
SY: Önünüzde böyle örnekler olması, sizi daha da teşvik edip, heveslendirmiş.
HB: Tabi. Babam ilkokul mezunu, ama öngörüsü çok fazlaydı.
SY: Siz Kars’a okumaya geldiğinizde, aileniz yine köyde işinde gücünde sanırım.
HB: Evet biz beşkardeşimle Kars merkeze okumaya gelmişiz, bize ev tutulmuş, ailem köyde işinde gücünde ama her zaman desteği üzerimizde. Annem gelemedi. Ablam varken iyiydi. O bize sahip çıkıp, evi çeviriyordu. O Öğretmen Okulunu kazanıp Uşak’a gidince, biz bocaladık, çok sıkıntı çektik. O becerikli, gözü açıktı. Varken en büyük güvencemizdi. Annem gelemiyor. Köyde iki tane kayınvalide var, kayınpeder var, onları bırakamıyor. Eskinin geleneksel aile yapısı. Biz de çok küçüğüz, yemek yapıyoruz, evi temizliyoruz, soba yakıyoruz, Kars’ın şiddetli soğuğunu bilirsiniz. O şartlara rağmen pes etmedik. Önümüzdeki insanlar çok değerliydi. Amcalarımız, okuyacaksınız, okumalısınız derdi. Benim üniversite sonucum açıklandı. Öğretmenlik geldi bana, Kars Eğitim Enstitüsü. Kâğıdı yırttım, attım.
SY: Neden yırttınız, daha farklı bir bölüm mü bekliyordunuz?
HB: Sonucu beğenmemiştim. Daha iyi bir bölüm gelir diye düşünüyordum. Öğretmenlik gelince bölümü beğenmedim, sınav sonucunu yırttım attım. Kız kardeşim de yırttı attı. Ona da öğretmenlik gelmişti.
SY: Sizlerde aile boyu öğretmenlik var o zaman.
HB: Evet. Üç kız kardeş öğretmeniz. Ablam Uşak Öğretmen Okulu mezunu, biz ikimiz de Kars Dede Korkut Eğitim Enstitüsü mezunuyuz.
SY: İlkokul yıllarında öğretmeninizden ve okul şartlarından bahseder misiniz?
HB: Kars’ta gittiğim okul evimize çok yakındı ve en iyi okuldu. Kars’ta asker çoktur. Çok askeri öğrenci var. Çok öğretmenler vardı. Dayılarımın çocukları vesaire hepsi okuyordu. Öğretmenler bizim şartlarımızı biliyorlardı. Bize önder oldular, yol gösterdiler, desteklediler. Bize, olacaksınız, yapacaksınız çocuklar şeklinde teşvikte bulundular.
SY: Ebeveynlerinizin yerine şehirde onlar kol kanat germişler.
HB: Biz köyden gelmişiz, ailemiz köyde, okuldaki çocuklar hep üst tabakanın çocukları. Bizim halimizi gördüklerinden hep sahip çıktılar. Onlar bu tutumuyla ailemizin eksikliğini hissettirmediler. Kız kardeşim ben birinci sınıfta iken, henüz okula başlamamıştı, ama illaki ben de okula geleceğim, okumak istiyorum diye tutturuyordu. Ama yaşı tutmuyor, kaydı yok. Okuldaki çocuklar onu döverdi, senin listelerde kaydın yok, gelme okula derlerdi. İki ay böyle gitti geldi ama çocukların bu tavrına dayanamadı, bırakmak zorunda kaldı. O zaman mezun olurken beşinci sınıfta bitirme sınavları vardı. O sınavları verebilmemiz için o dönemlerde babam bize der versin diye öğretmen tuttu. Bize ben elbisesiz olayım, ama yine sizi okutayım derdi. Yeter ki siz okuma azminden vazgeçmeyin, derdi. Köyden Kars’a durmadan bize yiyecek taşırdı. Kışın çok şiddetli, sabah erken gidilip kömür kuyruğuna girip kömür alınması gerekir. Kömür işletmeleri böyle satardı. Babam ayazda sabahın beşinde sıraya girer, torba kömürleri alır, at arabalarıyla evimize taşıtırdı. Ailede anne baba önemli ama bizim için babamızın rolü daha önemliydi. Annem çok okumamıza taraftar değildi, ne okuyacaklar derdi. Bize kim yardım edecek derdi. Ama babam öyle değildi. Okuyacaklar, okumalılar, derdi.
SY: Annenizin gördüğü şartlar, örnekler, gelenekler etkili olmuştur.
HB: Annemle babam amca çocukları. Annemin babası çok zeki bir insanmış. Beş oğlu var, onlar okusunlar diye kendini perişan etmiş. Düşünün o şartlarda dayım ve teyzemi İstanbul’a göndermiş. Özel üniversitede, birisini tıp fakültesinde, diğerini güzel sanatlar fakültesinde okutuyor. Ama onların okumaya niyetleri yok. Dedem mücadele ediyor okusunlar diye çocuklarda karşılığı yok. Kendisi çok zeki olduğu için Zeki Mehmet diye hitap ediyorlarmış. Ama çocuklarının hiçbiri okumamış.
SY: Anneniz de dâhil mi buna?
HB: Evet, annem de dâhil. Annem en büyükleri, ondan sonra hepsine o imkânları sağlamış. Düşünün dayım o zamanın şartlarında TED’e gitmiş, yollanılmış. Ama ne yapmış, ortalığı karıştırmış, TED’ten atmışlar ve tasdiknamesine Türkiye’nin hiçbir okulda okuyamaz diye şerh düşmüşler. Zeki Alasya’nın sınıf arkadaşıymış. Çok zekiymiş ama zekâsını doğru yolda kullanmamış. Bize amcalarımız çok sahip çıktılar, onların desteğiyle biz hep okuyacağız, okumalıyız, dedik.
SY: Amcalarınızın çocukları da okuma gayreti içindeler miydi?
HB: Evet, hepsi aynıydı. Hepsi okumaya düşkündü. Aile boyu okumaya değer veriyor, önemsiyorlardı. Amcamın büyük oğlu hâkimdi, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in danışmanıydı.
CB: Ahmet Necdet Sezer’in hukuk danışmanıydı. Beşir Şamiloğlu. Aynı zamanda HSYK üyesiydi.
SY: Tek öğretmenden mi mezun oldunuz?
HB: İlk iki yıl Keriman Hanım okuttu. Kalan üç yılı farklı öğretmen Hasan Bey okuttu. Şöyle bir şey vardı. Ağabeyim öğretmeni Mehmet vardı, o da bize sahip çıkardı. Anne baba yanımızda olmadığından onlar duygusal anlamda yakın davranıyorlardı. Babam bir fırına tembih ederdi. Biz ekmeğimizi o fırından alırdık. Babam ayda bir öderdi. Babam bir gün fırıncıya, ödemeye geç kaldım, kusura bakmayın demiş. Fırıncı, babama bu çocuklar gelsinler ekmeğini alıp gitsinler, ben para falan istemiyorum, demiş. Komşularımız da bizi merak ederlerdi. Beş kız çocuk, bu çocukların sesiler çıkmıyor, başlarına bir şey mi geldi, öldüler mi kaldılar mı diye. Kaldığımız evimiz iki odaydı. Bir tane masamız vardı. Biz beş kız kardeş onun başına oturur, kimse kimseyi rahatsız etmeden, çıtımız çıkmadan ders çalışırdık. Annem Aralık ayında geldiğinde dünyalar bizim olurdu. Ama Mart ayında tekrar köye dönmesi gerekiyordu.
SY: Köyün işlerinden dolayı değil mi?
HB: Tabi. Dedem hayvancılık yapıyordu. Babam da aynı şekilde devam ediyordu. İnek ve koyun çoktu, işler çoktu. Annem çok çalışkan bir kadındı. Ekstradan gayret gösterirdi. Mesela yanımızdayken, evlatlarım okuyor deyip, köye biraz daha geç dönse kimse bir şey demezdi belki ama o kendisine söz söyletmemek, hürmette kusur etmemek için kendini böyle hissederdi. Dedem ölümüne annemin sesini hiç duymadı. Ölümü yaklaşınca, hakkını helal et şu ağzını aç artık demiş. Ama yine duymamış. Hatta büyük amcam da annemin sesini duymamıştır. Aile sosyal bir aile ama geleneksel yapı böyleydi, saygıdan dolayı annem ben gelemem diyemezdi.
SY: İlkokul sonrasında ne oldu, hangi okula gittiniz?
HB: İlkokul sonrasında Alparslan Lisesi vardı, ortaokul ve lise beraberdi. Ortaokul ve liseyi burada okudum. Lise birinci sınıfta çok zayıfım vardı. Cebirden çok iyiydim. Öğretmen kâğıdımı sınıfa gösterdi. Ama mesela fizik dersinden başarısızdım. Hiç okula gitmeyen babam, bugün okula gidiyorum, dedi. Yapmadığı bir şeydi. Bizim derslerimize güvenirdi. Okula gitti, geri geldi alnımda öptü. Aferin sana dedi. Ama ben şaşırdım. Zayıfım var, babam neden kızmıyor, alnımdan öpüyor diye. Öğretmenler; öyle bir evlat yetiştirmişiniz ki, ordunun içine gönderiniz, gözünüz arkada kalmaz, demişler. Babam bu sözler üzerine daha notlarımızı bile sormadan geri gelmiş.
SY: Size her noktadan güveniyorlar demek ki.
HB: Bizim duruşumuz, öğrenci olarak sorumluluklarımızın farkında olmamız, şehirde kendi ayaklarımızın üzerinde durma çabamızın bir sonucuydu. Teyzem de bizim okuldaydı. Onlar zengin durumdaydı, onlarla bizi kıyaslıyorlardı. Biz anne babamıza söz getirmemek için hep tetikteydik, azami dikkat ediyorduk. Olağanüstü bir gayretin içindeydik. Sabah beşte kalkardı. Ev soğuk, soba yanmıyor, yatağın içerisinde ders çalışırdım. Annem bu kız ne kadar çok çalışıyor derdi. Sabah ilerleyen saatlerde televizyonu açardım. Rusların televizyonunu çekerdi. Spor programı olurdu, onlarla beraber her sabah spor yapardım. Ortam zordu, ama anne babamızın desteği bize sıkıntıyı yaşatmadı. Yemeğimizi kendimiz yaptık, evi kendimiz temizledik. Hem dışarı işlerini yaptık. Ben kasaydım, para, hesap ve harcama işleri bendeydi. Babam, Handan parayı pek harcamayı sevmiyor, tasarruf sahibi, kasa onda olsun derdi. Oysa kasada ne var ki?
SY: Anladığım kadarıyla babanızın desteğiyle aslında okul döneminde ekonomik anlamda bir sıkıntı yaşamamışınız.
HB: Yok, hayır yaşamadık. Elinden geldiğince bizi rahat ettirmek, ihtiyaçlarını karşılamak için çaba sarf etti. Bizleri okuduğumuz dönemde kimseye muhtaç etmedi. Biz yedi kardeşiz, iki erkek kardeşimiz var. Bir an geldi, keşke hepsi kız olsaydı, derdi.
SY: Sizlerin tutum ve davranışlarınızdan söyledi sanırım.
HB: Evet. Normalde doğuda tarla işinden hayvancılık işinden dolayı erkek çocuk tercih edilir, önde tutulur oysaki. Beş kız olunca tedirgin olmuş ama bizim okuma yönündeki çabamızı görünce bu sözü sarf etmişti.
SY: İlkokuldan liseyi bitirene kadar unutamadığınız hatıralarınız nelerdir?
HB: O zamanlar siyah önlük giyilirdi. Benim önlük yoktu, babama da söyleyememiştim. Bizimle çok yaş farkı olmayan teyzemin önlüğünü almıştım. Arkası yırtıkmış, onu yama yapıp giymiştim. Parlak, polyester, kaygan bir önlüktü. O dönemde ilkokulda süt dağıtılırdı. Bir de sırası gelen evden pasta yapıp getirirdi. Öğretmenler sıranın bizde olduğunu söylediler. Biz çocuğuz, ne anlarız pasta yapmaktan? Anneme içimden kızmıştım, yanımızda olabilse de pastayı yapsa, biz de öğretmenlere mahcup olmasak, diye. Kız kardeşim biraz hevesliydi, yaparız bir şeyler dedi. Yaptık, götürdük ama taş gibi pasta olmuştu. İçimizden aile burada olsa bize sahip çıksa ne iyi olurdu, dedik. Kız kardeşim de ben de bunu hiç unutmadık. Hala zaman zaman anarız bu hatırayı. Bir diğer hatıram televizyonla ilgiliydi. Ben televizyonu çok severdim, âşıktım televizyona. Dedemlerin var ama bizim televizyonumuz yoktu. Babama diyoruz ama siz okuyacaksınız, televizyonla ne işiniz var, diyordu. Benim küçük kardeşim bir ameliyat geçirmişti. Babamın onun hastalığından dolayı ona karşı daha yakınlığı, zafiyeti vardı, ona hiç kıyamazdı, ona daha düşkündü. O da sıcakkanlı ve babama daha düşkündü. Biz de bu durumu bildiğimizden onu örgütledik, Nil’e babama kendisinin söylemesini istedik. Babam köyden yiyecek getirmişti. Nil babama bize televizyon alır mısın dedi. Babam hiç ikiletmeden haydi gidelim dedi. Nil’in sayesinde eve televizyon gelmişti. Biz yedi kardeştik. Biri birimize çok düşkündük, ne kırdık, ne üzdük. Behram amcam Kars’ta coğrafya öğretmeniydi. Geç evlenmişti. Başımızda bulunur, her türlü okul ile ilgili işimize koştururdu emeği çok geçti. Bize Kars’tayken anne-baba olmuştu. Bizim doğal velimizdi. Onun hakkını ödeyemeyiz, inkâr edemeyiz. Bize evladım, ya köyde inek sağacaksınız, ya da okuyacaksınız, tercih sizin demişti. Ben sizin okumanızdan yanayım demişti. Amcalarımız destek oldu, onların sayesinde çok yol kat ettik. Babamız ilkokul mezunuydu ama ileri görüşlü bir insandı. En son okuduğu kitap Yaşar Nuri’nin “İslam ile aldatmak isimli” kitabıydı. Bizim eve her gün iki tane gazete girerdi. Biri Cumhuriyet, değeri farklı bir gazeteydi. Daha sonra Cumhuriyeti bırakıp, Sözcü gazetesi almaya başlamıştı. Kars’taki eve de köydeki eve de. Kars’tan köy postasıyla her gün giderdi. Gazetenin her tarafını didik didik okurdu. Onun okuması bize yol gösterdi, ufkumuzu açmış, önder olmuştu.
SY: Köy ortamından Türkiye’yi okuması size çığır açmış.
HB: Tabi. Oturur konuşurdu bizlerle, akşam olunca da ders çalışalım diye sekizde odasına çekilirdi. Kars’ta da aynı köyde de aynı davranırdı. Çok anlayışlı bir insandı. İlkokuldan sonra okumamıştı ama bilgin ve bilge bir insandı.
SY: Öğretmenler için, “Hayatta en büyük şansım iyi bir öğretmene denk gelmek” diye söylenir. Sizin de en büyük varlığınız babanız olmuş.
HB: Evet, iyi bir aileye, iyi bir ebeveyne ve babaya sahip olduğumuz için çok şanslıydık.
SY: Üniversitenin sonuç belgesini yırttık, demiştiniz. Sonra yüksekokula nasıl geçtiniz?
HB: Ben liseyi bitirdim. Benim amcam milletvekiliydi.
CB: Muzaffer Şamiloğlu. Cumhuriyet senatörüydü.
HB: O tarihte bankalık sınavı açıldı. Bize gidin bu sınava girin dedi. Ben, kız kardeşim ve birkaç isim daha sınava girdik. Sınav sonuçları açıklandı. Ziraat Bankası Artvin Şavşat şubesine atandım. Babam buna çok kızdı. Herkes Kars’a atanmış, seni niye Şavşat’a vermişler, gitme, dedi. Ama öğretmen okulundan sonra Aksaray’a gönderdi.
SY: Üniversiteyi nerede ve ne zaman okudunuz?
HB: Önce sınav sonuç belgesini almamız gerekiyordu. Babam bankacı olan amcamı görevlendirdi, Ankara’ya gönderdi. Amcam sınav merkezinden belgeyi tekrar aldı getirdi. Biz 1977’de Kars’ta Eğitim Enstitüsüne başvurumuzu yaptık. O zaman 12 Eylül ihtilalı öncesi, ortalık karışık, berbat bir ortam vardı. İlk sene okul olaylar yüzünden uzun süreli kapanıyordu. Bizi okula almadılar. MC hükümeti kuruldu. Bu kez bizi çağırdılar, biz gittik, onlar gelemediler. İkinci sene de olaylar nedeniyle ara ara kapatılıyordu. Allah o günleri yeniden göstermesin. Sonuçta toplam sekiz ay kadar eğitim alıp, sınavlara girerek, 1979’da mezun olup, diplomamızı aldık.
SY: Atamalar nasıl yapılıyordu? İlk nereye atandınız?
HB: Atamalar mezuniyetin hemen arkasından yapılıyordu. Okulu bitirince evraklarımız gönderildi. O dönem öğretmen ihtiyacı vardı. İlk 1 Ocak 1979 yılında Niğde’ye bağlı Aksaray Bağlıkaya’ya çıkmıştı.
CB: Siz mezun olunca okulunuz, sizden sağlık raporunu istiyor. Belgeleri bakanlığa gönderiliyor. Doğrudan atamanız yapılıyordu. Sınav falan yoktu.
HB: Babamla birlikte Aksaray’a geldik ki, Aksaray yerle bir olmuş, dükkânların camı çerçevesi kırılmış, yağmalanmıştı. Babam, kızım burada durulmaz, gel geri dönelim, dedi. Seni burada nasıl bırakabilirim, baksana Aksaray ne hale gelmiş, dedi. Babama, ben bu şansı nasıl bırakayım, nasıl geleyim, dedim. Şehirdeki manzara babamı çok ürküttü.
SY: Bu olayların sebebi neydi? 12 Eylül öncesi genel durum mu?
CB: Hatırladığım kadarıyla Aksaray Lisesine orak-çekiçli pankart asılmış. Aksaray Ulu Camide Cuma namazı var. Camide vaazda bunu komünistler yaptı, deniliyor. Hiddete gelen Cemaat şehirde ne kadar solcu dükkânı varsa, camını çerçevesini aşağı indiriyor. Oysa burası sağcı ve milliyetçi bir yer.
HB: Otogarda inmişiz. İnsanların koltuklarının altında Tercüman gazetesi var. Nerden geldin diye soruyorlar. Kars’tan diyorduk. Sen gel TÖB-DER’e (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) kaydol. Biz ne anlarız TÖB-DER’den? Ben Kars’tan geldim, ama neyim neciyim, sormuyor. Haydi, TÖB-DER’e kaydol diyor. Bağlıkaya’daki öğretmenlerin hepsi şehirden gidiş geliş yapıyor. Orada kalan yok. Ben yaşlı bir teyzenin yanında kalıyorum, ama hiç mutlu değildim, Aksaray’ın hali beni ürkütüyordu. Benzer olaylara Kars’ta okurken de denk geldik ama burada uzakta ve yalnızım. Düşünün on dokuz yaşındayım. Babam on beş gün sonra gitti. Bana Bağlıkaya’da köy odasında birinci sınıfı verdiler. Müfettiş geldi, müdüre kızdı, öğretmenimiz çok yeni, henüz stajyer, neden birinci sınıfı verdiniz dedi. Hakikaten tecrübesizsiniz. Şunu gördüm meslek hayatında; meslek yapılarak öğreniliyor, içindeyken pişiyorsunuz. Biz onca ders gördük ama bunun öğretmenlikle doğrudan alakası yok. Bu konuda öğretmen okulları, gerçekten öğretmen yetiştiriyordu. Biz yüksekokulda sadece on beş gün staj yapmıştık. Hiç unutmam, Recep isminde bir öğrencim okulun son günü bana yumurta getirmiş. Recep karneyi aldı, baktı notları düşük. Yumurtayı ver geri dedi. Bu notlara yumurta olmaz, dedi ve yumurtayı elimden geri aldı. Sonra becayiş yapan bir arkadaş buldum ve Acıpınar’a atandım. Acıpınar’da üç sene kaldım. Üç bekâr arkadaş kalıyorduk. Çok güzel günler geçirdik, bize daha fazla destek verdiler. Acıpınar’ın halkı okumaya çok düşkündü. Bizi de cezbeden yönü buydu. O tarihte üç yıldan rotasyon vardı, üç yılın sonunda rotasyonla beni Bingöl, Solhan, Yenidal mezrasına vermişler, üstelik de adımı yanlışlıkla Andan yazmışlar. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer. Solhan’dan mezraya ancak kamyonlar çalışıyor. Yaya gitmek isteseniz iki üç saatlik yol. Erkek kardeşimi Ensar’ı çağırdım. Gel beni köye kadar götür. Geldi baktı, halk Zazaca diye yöresel bir dil kullanıyor. Kulağıma eğildi. Handan burada çalışılmaz. Ben gidiyorum, sen ister gel ister gelme, dedi ve gitti. Gece otelde yattık, sabah kardeşim gitti. Benim köye gitmem lazım, eşyalarımı alıp, kamyona bindim ve Yeşildal mezrasına gittim. Bir köy evine yerleştim. Kaldığım evin yedi çocuğu var. Bana bir odasını verdiler. Ama köyde huzurum, sevdiğim mesleğimi icra edecek moralim yok. Annem babamın yaptığı iyilikler yoluma çıktı. Kader dediğimiz şey. Aksaray’dan bir öğretmen arkadaşın ağabeyi Bingöl’de Cumhuriyet Savcısıydı. Bana zorda kalırsan git görüş, yardımcı olur, demişti. On beş gün sonra Bingöl’e gittim. İlker Bey durum böyle böyle, köyde huzurum kalmadı. İlker Bey, bana sen niye gelmedin, om beş gündür seni bekliyorum, dedi. Sıkıyönetim dönemi, sorumluluk kendisindeydi. Milli Eğitimdeki elamanı çağırdı. Defteri önüme açtı, nereyi istiyorsun dedi. Ben nereden bileyip, hiçbir yeri tanımıyorum, dedim. O zaman seni Ilıca’ya vereyim, merkeze çok yakın, orada bekâr arkadaşlar var, onlarla kalırsın, dedi. Doğrudan atamayı yaptı. Köye tekrar gittim, eşyalarımı topladığım gibi Ilıca’ya geldim, orada rahat ettim. Orada da sekiz ay kaldım. Sonra eş durumundan Kars’a gittik.
SY: Peki eşinizle tanışmanız nasıl oldu?
CB: Handan öğretmen Acıpınar’da çalışırken, ben Karst’a öğretmendim. Benim ilkokuldan öğretmenim, orada okulun müdürü oldu. Bahar vaktinden bir vesileyle Aksaray’a gelmiştim. Handan’ın ev sahibiymiş. Acıpınar’da böyle bir öğretmen var dedi. Biz Acıpınar’a gittik. Orda Handan’la tanıştık ama onun bu şeylerden haberi yok. Handan’ın amcaoğlu ile Kars’ta beraber çalışıyoruz. Handan’a ileteceğin bir şey var mı diye söyledim. Sonra Kars’a döndüm. Bir mektup yazdım.
SY: Mektupla mı duygularınızı aktardınız?
HB: O tarihte Kars Kağızman’da çalışan bir öğretmen geldi. Hocam ben Kağızman’da çalışıyorum. Buraya gelmek istiyorum. Gel becayiş yapalım, dedi. Durumu babama anlattım. Babam olmaz, sen orada rahat edemezsin, dedi. Babam şartlarını biliyormuş. Kars, Aksaray on dokuz saat, araba tutuyor, perişan oluyordum. Oysa ben becayişe çok sevinmiştim. Babam senin orada işin yok, dedi. Onun üzerine Cafer gelmişti. Bana mektup yazdı. Seninle geçen Aksaray’a geldiğimizde tanıştık, çok beğendim. Eğer senin de gönlün varsa görüşelim, dedi. Kaderi değiştiremiyorsunuz işte. Kendime yakın hissettim, tamam dedim. Mektuptan sonra Ulu caminin yanındaki park kafede buluşacağız. Ama ya köyden birisi görürse diye ödümüz kopuyor.
CB: Araya girebilir miyim? Benim Kars’ta okul müdürüm rahmetli Yener Bey vardı. Biz bekâr arkadaşlar otelde kalıyoruz. Babam da Handan’ı istemek için Kars’a geldi. Babam Handan’ın babası ile görüştü. Kayınpeder, olmaz öyle şey, Ben araştırmadan karar veremem demiş. Babam geldi böyle böyle dedi. Müdürüm de Cafer sen askere gideceksin, çocuğu görmedik diyebilirler, dedi. Sen askere gidersen olmaz bu iş, nasıl nişan yapacaklar dedi. Ben, babamı, okul müdürünü, memurumuzu ve birkaç arkadaşı aldım, iki taksi çağırıp, Handan’ların köyüne gittik. Orada 1982 Anayasa referandumu konuşulduğu bir dönem. Sohbet ilerleyince kayınpeder Yener müdürüme sordu. Yener bey, bunlar gidici senle yüz yüze bakacağız. Doğruyu söyle Cafer öğretmenin içkisi, kumarı, alkolü var mı, varsa lütfen bize yanaşmasınlar, dedi. Yener bey de espri ile yok ağabey dedi, Ben Cafer’e kola bile içiremiyorum, dedi. Hepimiz espriye güldük. Böylece ayrıldık. Kayınpeder biraz daha bekleyin demiş ama ben askerdeyken haber göndermiş, nişanı yapın diye. Askerdeyken nişanlanmış olduk.
HB: Babamın gözünde biz çok değerliydik. Adamlar o kadar uzun yoldan gelmiş. Araştırmam lazım, veremem, gidin dedi. Anneme ne işi var Handan’ın Aksaray’da, ben bu işe sıcak bakmıyorum, demiş. Cafer ve babası ekiple tekrar gelince, babam kuşkulanmış, bunlar ikinci kez gelecekler, bu işte bir iş var, anneme kızın ağzını bir yokla bakalım, demiş. Benden de bu işe yeşil ışık görünce, ikinci kez görüşüldü. Sonra Cafer askerdeyken, damatsız nişan yaptık.
SY: Nişanlandıktan sonra Kars’a mı geldiniz?
HB: Evet nikâhı yaptırdık ve düğünden önce ben Kars’a bağlı bir köye geldim. Dört ayın sonunda evlilikle beraber Kars merkeze geldim.
SY: Kars’ta ne kadar çalıştınız?
HB: Dört yıl çalıştık. Dört yıl sonra yeniden Aksaray’a geldik.
SY: Babanız Aksaray’a yeniden gitmenize ne dedi?
HB: Onlar da İstanbul’a taşınınca bir şey demediler. Köy düzeni duruyordu. İstanbul’dan yazları yine köye gidip, geldiler. Yani Aksaray’a gelmemize mani bir durum yoktu.
SY: Aksaray’a geldiniz. Hangi okula atandınız?
HB: Demirci kasabası okulu. Önce Cafer, Demirci Lisesine idareci olarak geldi. Ardından ben yine eş durumundan geldim.
SY: Demirci’de ne kadar kaldınız? Çalışma ortamı nasıldı?
CB: Demirci’de beş yıl kaldık. Orası da okumaya düşkün kültürlü bir kasabaydı. Toprak, arazi az olduğu için okuma oranı çok yüksekti. 1950’lerde ortaokul kurulmuş. Neredeyse Aksaray Lisesiyle aynı tarihlerde açılmış.
SY: Oradan hangi okullara gittiniz?
HB: Merkezdeki Yavuz Sultan Selim okuluna geldim. Orada altı yıl kaldık. Oradan Kılıçaslan’a geldim. Kılıçaslan okulunda iki sene kaldım. Kooperatif evden dolayı ulaşım zor oluyordu. Oradan Hacı Cevriye İlkokuluna geçtim. Orada altı yıl çalıştım. Ben bir yere bağlanmayı, sabit kalmayı sevmiyorum. Dünyamda değişikliğe yer açıyorum, farklı bir ortam, sinerji ve enerji olsun istiyorum. Fatih Sultan Mehmet İlköğretim okuluna atandım. O zaman yeniydi. Orada harika bir öğretmenlik yaşadım. Benim hiçbir öğrencim boşta kalmadı. Okumayan bile mesleğe başladı. Daha sonra 4+4+4 sisteminde ortaokullar ve ilkokullar ayrılınca Mehmet Timur Sarrafoğlu ilkokuluna geçtim. Orada sekiz sene kaldım. İki dönem öğrenci mezun ettim. Son olarak geçtiğimiz yıl pandemi nedeniyle emekliliğimi istemek zorunda kaldım. Pandemi olmasaydı mesleki sürecimi kırk beş yıla çıkaracaktım.
SY: Çocuklara gelelim. Öğretmenlik yanı sıra annelik vasfınız var. Okul ve ev arasındaki denge kolay oldu mu? Eşiniz Cafer Beyin rolü ne oldu?
HB: Cafer idareci olduğu için sabah gidiyor, gece geç geliyordu. Ev işlerinde veya çocukların yetişmesinde bir rolü olamadı maalesef. Ben hem çocuklarıma çok düşkündüm, hem öğrencilerime. Ama çocuklar öğrencilerimi kıskanırlardı. Bana, sen onlara telefon açıyorsun, değer veriyorsun, tek tek ilgileniyorsun, aynı şeyi bize göstermiyorsun diye serzenişte bulunurlardı. Akşam sekizde televizyon kapanır, ya kitap okunur, ya ders çalışılırdı.
SY: Sefa Saygılı kitabında, “Çalışan kadının çocuk problemlerinden” bahseder. Bu anlamda karşılaştığınız sorunlar oldu mu?
HB: Elbette oldu. Ben mesleğimi çok severdim. Mesleğime âşıktım. Çocuklarımı biraz ihmal ettim. Onu kabul ediyorum. Onlardan da serzenişler geldi. Öğretmen olduğum için pişman değilim ama ailemden çok ödün vermişim. Çocuklar sonra pişman değiliz, iyi ki böyle bir annesin, dediler. Ben doğum izin süreci bittiği ertesi gün işe başlıyordum. Yavuz Sultan Selimde ameliyat oldum. İznin ertesi okuldaydım. Hiç uzatmaya yanaşmazdım. Okulun yeri benim dünyamda çok farklıdır. Pandemi olmasaydı, emekli olmazdım.
CB: Şimdi bu iş biraz sanki mecrasından çıktı gibi. Doğum öncesi var, doğum sonrası on altı hafta izinli. Ondan sonra raporlar. O çocuklara yazık oluyor.
SY: Özel bir sorum olacak. Cafer Bey nasıl bir eşti?
HB: Cafer Bey sabahın altısında gider, gecenin on birinde okuldan gelirdi. Okula bir şey olur mu, okulun camı kırıldı mı, gece nöbetçisi geldi mi, kalorifer yandı mı, öğretmenler geldi mi diye sürekli kaygılanırdı.
CB: Şimdi bakınca çok aşırı çalıştığımın farkına varıyorum. Sağlığım bile bozuldu. Biraz ben abarttım galiba. Hassasiyetimiz aşırıya kaçmıştı. Bir gün müfettiş geldi ve Cafer Bey çok koşturuyorsun, üzülüyorum, hayat sadece bu Emlak Kredi Ortaokulunun bahçesi değil ki dedi. Biraz da kendine ailene zaman ayır dedi.
SY: Peki Cafer Beye soralım. Handan öğretmen nasıl biriydi. Nasıl bir anne nasıl bir eğitimciydi?
CB: Her şeyiyle örnek bir anne, idealist bir öğretmendi. Ben yoğun tempoda çalışan bir idareciydim. Eşim olmasaydı, çocuklarım iyi bir yere gelemezdi. O da kendinden çok fedakârlık yaptı. Onda da bazı rahatsızlıklar çıktı. Mesleğine düşkün, kendini yenilemeyi seven, araştırmayı seven birisidir. İlk günkü enerjisi neyse, emekli olunca da oydu. Hoş görülüdür. Ben olumsuz baksam bile o her şeye pozitif, olumlu bakan birisidir. Denge unsurudur. İyi ki tanımışım, iyi ki müdürüm vesile olup tanıştırmış. Çocuklarımda ne kadar emeği varsa, bende de o kadar emeği vardır. Okula erken gitmeme rağmen bir gün dahi kahvaltısız göndermedi. Ne diyeyim, örnek bir insan. Allah ondan razı olsun.
HB: Kızım ODTÜ’yü kazanmıştı. Teyzesi bana sen gönder kıyafetlerini Ankara’dan biz alırız, dedi. Mağazada bakmışlar. Teyzesi hangisini beğendiysen onu alalım, demiş. Kızım ben bunları alamam, demiş. Teyzesi neden deyince, benim annem bunları giymedi ki, demiş. Böyle yetişti, çocuklar.
SY: Eskiden öğretmen maaşları o kadar iyi değildi sanırım.
CB: Hayatımızın en güzel günleri iki maaşla kooperatif borçlarıyla geçti. Dokuz on yıl birimizin maaşı kooperatife giderdi. Belki kızım oradan esinlenerek bu ifadeyi kullanmıştır.
SY: Çocuklarınızın mezuniyetleri nerelerden? Nerede çalışıyorlar?
HB: Kızımızın biri ODTÜ mimarlığı, diğeri Gazi Makine mühendisliği okudu.
CB: Gazi makinedeki İstanbul Mercedes’te, ODTÜ Mimarlıktaki Alman Craft’ta çalışıyor. Demirci’den taşındığımızda büyük kızım beşinci sınıfı burada okudu. Handan öğretmeni ile görüşüyor.
HB: O zaman öğretmenler kaç isim kazandırdı diye yarışıyorlardı. Çocuk iyiydi, ama hoca hanımın sınıfı çok iyiydi, seçilmiş bir sınıftı. O sene Anadolu Lisesini otuz kişi kazanmıştı. Çocuk bocaladı. Hep sengin çocuğu ve hepsi çok çalışıyor. Aysel hanıma gidiyoruz, ne yapacağız diye. Aysel Hanım, yapacağız merak etme diyordu. Demedi ki, bu çocuk köyden geldi yapamıyor. O sene Gizem’i o kadar güzel yetiştirdi, Anadolu Lisesini kazanmıştı.
CB: Handan’ın da rolü büyüktü. Çocuğu anne okutur. Baba o kadar katkı veremez.
SY: Yeni dönem öğretmenleri ile ilgili neler söylenebilir? Neleri önerirsiniz?
HB: Karşılıksız sevmek, çocuğu çok iyi tanımak, aileyi tanımak, çocuğun başaramadığı durumda niye yapamadığını araştırmak, çocuğu suçlamamak, gerçek nedeni bulmak gerekir. Öğretmenlik parayla yapılacak bir meşguliyet değildir. Heves, azim, istek, gayret önde olmalı, para en sonda gelmeli. Çocuğun temelini biz atıyoruz, ilk tuğlayı biz koyuyoruz. Paltonun ilk düğmesini sınıf öğretmeni düzgün ilikler. Çok fedakârlık yapmak gerekiyor. Şimdiki öğretmenler bize göre daha sosyaller. Şimdiki öğretmenlerde de kolektif çalışma ruhu yok. Öğretmenler odasında konuşulan konular, eğitimin çoğu zaman çok uzağında şeyler. Konuşmaları gereken şeyler, eğitim olabilir, öğrenci başarısı olabilir, mesleki yenilikler olabilir. Acaba daha iyi bir eğitim için ne yapabiliriz, olabilir. Ben bunlardan çok rahatsız olur, öğretmenler odasına pek gitmez, öğrencilerle sınıfta kalmayı yeğlerdim.
CB: Öğretmenler odasında çocukların başarıları, sorunları konuşulmalı. Özel fanteziler, arabalar, evler değil.
HB: Bazı öğrenci ayakkabısını bağlayamaya bilir. Siz yardımcı olmalısınız. Sırtı kaşınan öğrenci sizi bulur. Koşturup, terleyen öğrencinin sırtına bezini koyarsınız. Çünkü onların hepsi size emanettir. Onları kendi evladınızdan ayıramazsınız. Kendi çocuklarıma evde çok disiplinliydim, otoriterdim, onları ezerdim. O yüzden çocuklarım öğrencilerimi kıskanırdı. Kız kardeşlerim yeter artık, bırak okulu derlerdi. Ama elimde değildi, bırakamazdım okulu. Pandemi döneminde kızlarım buradaydı. Hepimiz Wifiye yüklenince evden online ders yapmakta zorlanıp, eşyalarımı toplayıp, okula gidiyordum. Kızlarım baktılar ben rahatsız oluyorum, tatili yarıda bırakıp, erken gitmek zorunda kaldılar.
SY: Bugün size ülkenin yönetimini verseler neleri değiştirmek isterdiniz?
HB: Önce eğitimi değiştirirdim.. Sonra biz devleti çok seviyoruz. Devletin bir çöpü dahi zarar görmemelidir. Çocuklara onu vermeliyiz. Öyle bir insan yetiştirmeliyiz ki, devletin, okulun eşyası kendi eşyası gibi olmalı. İnsanlar devletini, milletini, vatanını, bayrağını sevebilmeli. Devlet hor kullanılmalıdır. Böyle insanlar yetiştirmeliyiz. Her şeyi, insanın, doğayı, diğer canlıları sevebilmeli. Bu insana önce ailede verilir. Aile, okul, öğretmen üçgeni oldukça önemlidir.
CB: Eşimin görüşlerine aynen katılıyorum. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın, devleti yaşat ki insan huzurlu olsun. Devletin yaşaması için, eğitim, sağlık, hukuk olması lazım. İnsan sevgisini önemsiyorum. Hele eğitimcilikte. Başkasının çocuklarına davranışımda, kendi çocuğuma yapsam üzülür mü enpatisini kurmuşumdur.
SY: Handan öğretmenim bize zaman ayırdığınız, okuma süreciniz ve öğretmenlik ile ilgili paylaştığınız bu güzel anılar için size ve eşiniz Cafer beye teşekkür ederiz.
HB: Biz teşekkür ederiz. Bu çalışmaları kayıt altına almakla çok güzel bir iş yapıyorsunuz. Okullarda öğrencilerimize okutulmasını dilerim.
CB: Bizi eskilere götürdünüz. Biz de size teşekkür ederiz.